Toplumsal Eşitsizlik Olarak Yoksulluk

Toplumların gelir ve servet dağılımdaki ekonomik eşitsizliklerin yol açtığı olgulardan biri de yoksulluktur. Genel olarak ekonomik eşitsizliklerle tanımlandığında yoksulluğun ölçümlenmesinde gelir ve yaşam düzeyi üzerinden belirleme yapılır. Yaşanılan toplumun ya da grubun yaşam standardı referans alınır. Kişinin veya grubun yaşam düzeyinin, kendisinden daha yüksek gelire sahip bir referans grubunun geliriyle karşılaştırılması sonucu ortaya çıkan yoksulluk türü eşitsizlik olarak yoksulluktur.

Sosyolojide yoksulluk olgusu toplumların üretim biçimi, tipi ve normatif sisteminin yapısı temelinde farklı ele alınış biçimleri söz konusudur. Bir sosyal kategori, bir kimlik ve sınıf sorunu olarak yoksulluk farklı düzlemlerde ele alınmıştır. Durkheim’dan itibaren değişen ve ilerleyen toplumdaki bütünleşme ve dayanışma ilişkilerindeki değişimle birlikte ele alınan yoksulluk olgusu, toplumsal eşitsizliklerin bir sonucu olarak görülmüştür. Durkheim için sanayi toplumlarında aile ve topluluk dayanışmasında dışsal eşitsizliklerin sonucu olan yoksulluğun toplumsal çözülmeye yol açmaması için devlet müdahaleleri olumlu işlevsellikte görülür. Marx için ise, sorun, yoksulluğun nedeni sanayi toplumun üretim biçimi olan kapitalizmin mülkiyet ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyet sahipliği temelinde ortaya çıkan sınıf çatışmalarıdır. Kapitalizmin genel mantığı yoksul yaratmaktır ve yaratılan yoksulluk yedek ve ucuz işgücü olarak kullanılır.

Mutlak açlık ve göreli yoksulluk olarak ikili yapılan sınıflamada mutlak yoksulluk temel ihtiyaçların kalori değeri ve gelir üzerinden ele alınır. Göreli yoksulluk ise, insanların asgari bir yaşam standardı için gerekli kaynak, olanak ve haklardan yoksun olma durumudur. Ancak yoksulluk sadece ekonomik boyutları ve sonuçları olan bir eşitsizlik değildir. Yoksulluk, toplumsal eşitsizliklerin sonuçlarından biri olup, yeni eşitsizlik alanlarına da yol açar.

Yoksulluk toplumun ilişki ve etkileşim biçimlerinden soyutlanmayı ve dışlanma hallerini de içerir. Politik düzlemde ise yoksulluk, örgütlenemeyen grupların uğradıkları haksızlık ve ayrımcılıklara işaret eder.

18. yüzyılda kadar yoksulluk ahlaki bir mesele ve muhtaçlık hali olarak görülmüştür. Çalışmayan ve/veya yaşlılık, sakatlık, kimsesizlik gibi durumların yol açtığı kendi kendine yetememe, bakıma ve yardıma muhtaç olma durumu olarak görülmüştür. Muhtaç kişiler olarak yoksulların bakımı ve ihtiyaçlarının giderilmesi ise, aile ve akrabalık ile ahlak ve din gibi geleneksel dayanışma kurumlarının normatif yapısı içinde değerlendirilmiştir.

Yoksulluk yasalarıyla birlikte ilk kez, kamusal sorumluluk alınmıştır. En yoksul kesime sınırlı sosyal yardımların yanı sıra yoksulların yeniden emek sürecine dahil edecek politik önlemler de sürece dahil edilmiştir. 19. yüzyılın sonunda politik yapının değişimi, imparatorluklardan ulus devlete geçişle birlikte yoksullara bakış da değişmiştir. Yoksulluk ahlaki ve bireysel bir sorun değil, kapitalizme içkin, serbest piyasadan kaynaklanan bir sorun ve toplumsal bir risk olarak görülmüştür

Sosyal devlet anlayışı ve hedefleri çerçevesinde yoksulluk, sosyal vatandaşlık hakları ve fırsat eşitliği temelinde toplumun saygın üyesiyle dayanışmanın devlet eliyle yapılmasına dönüşen bir anlayış egemen olmaya başlamıştır. Yoksullara yönelik olarak asgari gelir desteklerinin yanında sosyal yardım ve hizmetler alanı da genişlemiştir. Artan refahın paylaşılması için kamusal sosyal hizmetlerin evrensellik ve eşitlik amacı yoksulların ihtiyaç sahibi toplumun üyesi olarak yoksulluk risklerinin kaldırılmasına yönelik kamusal tedbir alan ve hizmetleri artmıştır. Yoksullar toplumun çalışmayan tehlikeli ya da muhtaç kişileri değil, toplumun saygın üyesi olan sosyal vatandaşa dönüşmüştür. 1950’lerden itibaren giderek etkisi artan tüketim toplumunda ise, yoksulluk sorunu farklı bir boyut kazanmıştır.

20. yüzyılla birlikte yoksulların sınıfsal konumları sosyal devlet politikalarıyla yeniden tartışmaya açılmıştır. Sosyal güvenliğin kurumsallaşması, emeğin örgütlenerek güç kazanması ve yoksulluk riskini önleyecek politikalarla süreç yeni boyut kazanmıştır. Asgari gelir destek programlarına karşın, gelir azlığı ve buna bağlı olarak tüketememek yoksulların yeni kimliğinin bir parçası haline gelmiştir. Tüketim toplumunda tüketemediği için normal toplumsal yaşayışını devam ettiremeyen insanların durumunu anlatan yoksulluk, aynı zamanda sosyal ve kültürel kimliğe de işaret etmiştir. Aynı zamanda savaş sonrası dönemde Avrupa'nın emek ihtiyacının karşılanmasında ithal ucuz göçmen rezervi yoksulluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Vatandaş olmayan kişiler olarak göçmenler yoksulların sınıf dışına itilen yeni biçimini oluşturmuştur. Yeni konut yoksulları arasında yaşlılar, kimsesizler, işsizlerin yanı sıra göçmen işçileri, ırk ve etnik gruplarına kadınlar da dahil oluşturmuşlardır.

1950'li yıllardan itibaren yoksulluğun iki boyutu öne çıkmıştır. İlki tüketim ve ikincisi de mekan üzerinden yeni yoksulluk kavramlaşması ortaya çıkmıştır. Emek -sermaye karşılığında sınıflararası gelir dağılımının yapısında, gelir grupları arasındaki eşitsiz bölüşüm ilişkilerinin üretimden ve sınıftan çok, tüketim ilişkilerine kayması yoksulluk ve yoksulluk kimliğini de belirlemiştir. Yoksullar modern toplumun temel karakteristiği olan tüketim fonksiyonunu yerine getiremeyen, haliyle tüketim toplumunda tüketemedikleri için normal toplumsal yaşayışını devam ettiremeyen insanlar olarak görülmeye başlanmışlardır. Kapitalizmde içkin gelir eşitsizliklerine yenileri eklenmiştir. Artık yoksulluk çalışma koşullarının yanında tüketim üzerinden yoksunluğu da kapsamıştır. Yoksulluğun sosyal çevreden, toplumdan dışlanmak anlamını da içeren boyutuna mekansal yoksulluk da eklenmiştir. Artık yoksullar çalışamadıklarından dolayı değil, istihdamın yeterli düzeyde olmaması, kayıt dışılık, yani enformelleşme ve göç süreci çalışanların yoksullaşmasına neden olmuştur. Yoksullara sunulan hizmetlerin yetersziliğine eklemlenen mekansal yoksulluk ve sosyal dışlanma süreçleriyle iç içe geçmiş durumdadır. Günümüzde yoksulluk, tüm dünyaya yayılan gelir dağılımı adaletsizliklerinin küresel rekabet koşulları ve uluslararası göçle beraber süreğenleşmektedir.