Toplumsal Sözleşme Teorileri
Toplumsal sözleşme teorileri sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkışına temel oluşturmuş önemli kaynaklardan birisidir.
Toplumsal sözleşme teorileri toplumu başlı başına bir analiz konusu olarak ele alıp açıklamaya çalışmıştır.
"Toplum nasıl bir yapıya sahiptir?", "Toplum nasıl oluşmuştur?", ‘’Toplum nasıl mümkündür?" gibi sorulara toplumsal sözleşme teorisyenlerince yanıtlar aranma çalışılmıştır. Bu çaba, toplumsal sözleşme teorilerinin sosyolojik düşüncenin oluşması ve sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkışında önemli bir rol edinmesine yol açmıştır.
Toplumsal sözleşme fikrinin kökleri Antik Yunan’a kadar uzanmaktadır. Epikürcülük ve Sofistler toplumsal sözleşme fikrinin ilk örneklerini oluşturmaktadır. Her iki felsefî gelenek insanların kendi varlıklarını korumak ve sürdürmek için, tek başlarına karşılayamadıkları ihtiyaçlarını karşılayıp daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşmak için toplumu sözleşmeyle kurduklarını varsayar.
Toplumsal sözleşme fikri, Antik Yunan dışında Hugo Grotius ve Samuel Pufendorf tarafından da ele alınmıştır. Grotius ve Pufendorf da toplumun temelini sözleşmeden aldığını düşünür.
Toplumsal sözleşme teorileri özellikle Yeniçağ'ın Aydınlanmacı düşünürleriyle anılmaktadır. Thomas Hobbes, John Locke ve Jean -Jacques Rousseau ise Yeniçağ'ın sözleşme teorisyenleridir. Toplumsal sözleşme teorileri daha ziyade bu üç düşünürle anılır.
Bu üç düşünürün teorileri kendi içinde farklılık göstermekle beraber, onları sözleşme teorisyenleri olarak bir araya getiren bazı ortak özellikler vardır.
Diğer sözleşme teorisyenleri gibi söz konusu üç düşünür de toplumu doğal bir oluşum olarak görmez. Toplum sözleşmeyle kurulan yapay bir oluşumdur.
Toplumun tarihin bir aşamasında kurulduğu fikri toplum kurulmadan önceki bir zaman dilimini işaret eder. Bu zaman dilimi sözleşme teorisyenlerince "doğa durumu" olarak adlandırılır.
Çoğu sözleşme teorisyeni için doğa durumu tarihsel bir gerçeklikten ziyade varsayımsaldır.
Toplumsal sözleşme teorisyenleri, özellikle doğa durumu tasvirlerinde insan doğasına ilişkin tespitlerde bulunurlar. Tüm sözleşme teorisyenlerinde açık ya da örtük bir biçimde insanın nasıl bir doğaya sahip olduğuna ilişkin varsayımlar vardır.
Toplumsal sözleşme teorisyenlerinin temel amacı toplumsal düzeni tesis etmektir. Thomas Hobbes, doğa durumunu bir savaş hâli olarak niteler. Hobbes’a göre doğa durumu herkesin herkesle savaşının olduğu bir durumdur.
Hobbes’a göre insanın temel güdüsü varlığını korumak ve sürdürmektir. İnsanın haz peşinde koşan bir varlık olması, onun sadece kendi çıkarlarını düşünen bencil bir varlık olduğunu gösterir. İnsanın bu nitelikleri Hobbes’a göre doğa durumunda savaş hâline yol açar.
Doğa durumundaki savaş hâli insanların varlıklarını koruması ve sürdürmesini zorlaştırır. Bu durum aynı zamanda insanların barışa yönelmelerine sebep olur. Ancak insan kendi çıkarları peşinde koşan bencil bir varlık olduğu için barışın tesis edilmesi ancak bir otoritenin, mutlak egemen bir gücün varlığıyla mümkündür.
Ona göre sözleşmeyle tüm insanlar kendini yönetme hakkını bir kişiye ya da heyete devrettiklerinde barışın tesis edilebilir. Hobbes egemen gücü, sınırsız yetkilerle donatarak mutlak ve bölünmez bir güç olarak tasarlar.
John Locke’a göre doğa durumunda insanlar birlikte yaşarlar. Ancak doğa durumunda politik bir güç söz konusu değildir. Doğa durumu Locke için tam bir özgürlük ve eşitlik durumudur.
Locke’a göre doğa durumunda insanın tek bağımlılığı doğa yasalarınadır. Doğa yasası, tüm insanlar üzerinde bağlayıcı etkiye sahip evrensel davranışlar ve ahlaki ilkelerdir. Ancak Locke’a göre herkes doğa yasalarını bilmez.
Locke için insan toplumsal bir varlıktır. Ancak toplumsal karakteri doğuştan gelmez. Locke’a göre insan zihni doğuştan boş bir levha gibidir. Yani zihnin doğuştan getirdiği bazı temel ilkeler ve prensipler yoktur.
Doğa durumunda hem politik bir gücün olmaması hem de insanın doğuştan hiçbir bilgiye sahip olmaması doğa durumunda istenmeyen bazı sonuçlara yol açar. Doğa yasalarını göremeyen insanlar bir savaşa, bir düşmanlığa yol açarlar.
Locke bu savaş hâlini insanın doğa durumunu bırakarak topluma geçmelerinin başlıca nedeni olarak görür. İnsanlar savaş hâlini sonlandırmak, kendi yaşamlarını ve özgürlüklerini korumak için sözleşmeyle politik toplumu kurarlar. Sözleşmeyle kurulan politik iktidar, kamu yararını gözeterek tüm insanların yaşamı, özgürlüğü ve mülkiyetini koruma görevini üstlenir.
Locke sözleşme teorisiyle çoğunluğun egemenliğini varsayar. O, yasama ve yürütme erklerini ayırarak güçler ayrılığı ilkesini esas alır. Locke’un sözleşme teorisi, Hobbes’un aksine sınırsız güçle donatılmış değildir. Locke egemen gücün mutlak ve keyfi bir karaktere bürünmesini istemez. Bu nedenle hem güçler ayrılığını benimser hem de insanlara yönetim biçimini belirleme ve değiştirme hakkı tanır.
Jean -Jacques Rousseau için doğa durumu genel olarak barışın hüküm sürdüğü, eşitliğin olduğu bir durumdur. Doğa durumunda insanlar özgür, eşit ve mutludur.
Rousseau’ya göre insanları diğer canlılardan ayıran iki temel özellik vardır. Bunlardan ilki insanların özgür eylemleridir. Özgür eylem insanların seçim yapabilme yetisine işaret eder. İnsanı diğer canlılardan ayıran bir diğer özellik, yetkinleşme, olgunlaşmadır. Rousseau’ya göre diğer canlılar hep olduğu gibi kalırken insan yetkinleşir, olgunlaşır.
Rousseau insanı toplumsallaştırmaya götüren süreci dört tarihsel evreye ayırır.
Hobbes’un doğa durumuna atfettiği savaş hâli Rousseau’da modern toplum için geçerlidir. Rousseau’nun savaş hâli olarak tanımladığı modern toplumlar da bir sözleşmenin ürünüdür. Ancak Rousseau bu sözleşmeyi gerçek bir sözleşme olarak görmez.
Rousseau yeni bir sözleşme önerisinde bulunur. Bu yeni sözleşme önerisi olanı değil olması gerekeni temsil eder. Bu gerçek sözleşme için kendi doğa durumu tasarımını esas alır. Rousseau doğa durumuna geri dönüş imkânsız olsa da, bu durumu karakterize eden özgürlük ve eşitlik fikrinin modern toplumda yeniden tesis edilebileceğine inanır. Rousseau bu türden bir toplumun gerçekleşmesi için toplumun üyelerinden her birinin bütün haklarıyla kendini topluma bağlaması gerektiğini düşünür.
Rousseau toplumun tüm üyelerinin katılacağı bir sözleşme varsayar. Sözleşmeyle üyeler tüm haklarını topluma devrederler.