Belli Başlı İslam Siyasi Mezheplerinde (Ekollerinde ) Siyasi Düşünce
İslam dünyasında yeşeren siyasi görüşler elbette ki İslam dininin prensipleri ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) uygulamalarıyla doğrudan ilgilidir. Bununla birlikte İslam’ın doğduğu, Arap yarımadasının kendisine özgü fiziki şartları, İslamiyet öncesi Arap kavimlerinin geçim imkânları, iklimin ve İslamiyet öncesi kültürün belirli derecede payları vardır. İslam dünyasında din -devlet ilişkilerinin Batı’dakinden oldukça farklı seyretmesi, mesela laiklik problemi ve ona bağlı konuların önem derecesi, bu şartların bir bütün olarak değerlendirilmesiyle açıklanabilir.
Hz. Muhammed’e indirilen dinin siyasilik boyutu özellikle 20.yüzyıl ve sonrasında sürekli bir tartışma konusu olmuştur. Hz. Muhammed bilindik anlamda bir devlet başkanı mıydı? Hatta daha temelde bütün semavi dinlerin başta gelen amaçlarından biri de “dünya otoritesini” inananların ele geçirmesi midir? Hz. Muhammed’in kurduğu düzen bugünkü modern devletle ne ölçüde ortak paydalara sahiptir? Bu ve benzeri sorulara cevap vermek hiç de kolay değildir. Bununla birlikte siyasi organizasyonun şekli ne olursa olsun İslam’da siyasi düşünceye yön veren bir takım sabit ilkeler vardır.
İslam dünyasında Hz. Muhammed'in vefatı sonra bir takım anlayış farkları ortaya çıkmıştır. Bu farklılıkların kümelendiği çatıların herbirine "mezhep" denilmiştir. İnanç, hukuk alanlarında çok fazla örnekleri görülen mezheplerin çekirdeğini büyük ölçüde siyasi alandaki görüş farklılıklarının oluşturduğu söylenebilir.
İslam tarihinde etkileri dikkate alındığında bunlardan üçü, doğuş sırasına göre incelenmektedir.
“Haric” kelimesinin çoğulu olan “Havaric (Haricilier)", Sıffın savaşındaki “Hakem olayı”na tepki olarak ortaya çıkmıştır. “Hakem”e başvurmayı kabul ettiği için Hz.Ali’yi küfürle itham ederek ondan ayrılan bu grup, İslam tarihinde en radikal tutumların temsilcileridir. Çünkü ilk hareket noktaları devrimdir.
Sosyal tabaka olarak İslamiyet öncesi ezilmiş gruplardan gelen Hariciler, siyasi bir otoritenin varlığı konusunda İslam tarihinde en az ısrarcı olan akımdır. Bu yüzden onlara İslam dünyasının felsefi anarşistleri yakıştırması yapılmıştır. Bir otoriteye ihtiyaç görüldüğü durumlar da bile yöneticinin özellikleri konusunda her türlü idealizmden uzak görüşler ileri sürmüşlerdir. “Kureyş” ırkına mensup olmayı yönetici olmanın gerekli, zorunlu şartı görmezler. Sıradan bir kişi, yeter ki adalet ve dindarlık şartlarını taşısın bu makama geçebilir. Bu makamda her kim olursa olsun din īemirleri yorumsuz bir şekilde uygulamakla görevlidir. Aksi h ālde devrimle bu görevinden uzaklaştırılmayı hak eder.
Doğuş sırası dikkate alındığında İslam siyasi düşüncesinde ikinci önemli mezhep Şiiliktir. Kelime olarak "Şiya (desteklemek, taraftar olmak)" kökünden türeyen Şia‘nın mensuplarına göre siyasi otorite ve buna bağlı konular temelde aklın değil, inancın konusudur. Yani bu konular doğrudan doğruya vahye dayanmaktadır. Bu ilkeden yola çıkan Şiiler, Hz. Muhammed’in kendisinden sonra yönetici olacak kişinin atanmasını, risalet (peygamberlik) görevinin bir parçası olarak sahabelerine vasiyet etmiştir. Bu kişinin Hz. Ali olduğuna inanan Şia mensuplarına göre ondan önceki yöneticiler meşru değildir; çünkü bu dönemlerde (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman) peygamberin emri yok sayılmıştır. Şiiler, yöneticinin Kureyş’in içinden olması genel ilkesini bile yeterli görmezler, onlara göre bu hak Kureyş’in çok daha özel bir halkasına (ehl -i beyt) aittir. Bu bilgiler ışığında Şia teorisinin Weberyen anlamda “karizmatik otorite”ye denk düştüğü söylenebilir.
Siyasi bir iktidarın varlığı konusunda Haricilerden temelli olarak farklılaşan Şiilerin, siyasi otoriteye itaat konusunda görüşleri çifte bir bakış açısıyla ele alınabilir.
Siyasi iktidar, “ehl- i beyt”ten, yani Hz. Ali ve onun soyundan meydana geliyorsa bu durumda kayıtsız şartsız itaat söz konusudur. Çünkü “ehl -i beyt” halkası içinde olan bir yönetici peygambervari masumdur. Buna göre Şiilik düşüncesinde, ehl -i beyt imamları (yöneticileri) kararlarında hatadan uzak olduğu için onlara karşı muhalefet kategorik olarak mümkün değildir.
Siyasi iktidar "ehl- i beyt" dışından oluşmuş ise asla meşru değildir ve bu durumda yönetimin emir ve uygulamalarına uyulmaz. Pratikte bazı Şii ekoller böylesi bir durumda devrimi savunurken bazıları da gaip yöneticinin geri gelişine kadar gizlenme (takiyye) stratejini önerirler.
Siyasi mezheplerinin sonuncusu olarak incelenen Sünnilik, Hz. Muhammed sonrasında yönetimin şekillenmesinde Kur’an, sünnet ilkeleriyle birlikte ilk dönem uygulamalarını ölçüt alan anlayıştır. Sünnilik, İslam tarihinin her döneminde en yaygın taraftar kitlesini bünyesinde barındırımaktadır.
Bir siyasi iktidarın mutlak gerekliliği noktasında Şiilerle ortak anlayışa sahip Sünnilik, siyasi iktidarın iş başına gelme yöntemi, siyasi iktidara itaatin sınırları konusunda çok farklı siyasi görüşlere sahiptir. Bunun başlıca nedeni, Şiiliğin aksine Sünnilikte iktidarın temelinin din konusu olmaktan ziyade akıl konusu olarak ele alınmasıdır.
Sünni anlayışa göre risâlet (peygamberlik) görevi sona ermiştir. Kendisinden sonra gelecek yöneticiler Hz.Muhammed'in peygamberlik misyonunun vekili olamazlar; olsa olsa siyasi (dünyevi) liderliğinin temsilcisi sayılabilirler. Buna göre teorik olarak Sünnilikte yöneticilerin hata edebileceği varsayıldığından onlara karşı muhalefet imkânı ortaya çıkmaktadır
Sünnilere göre Hz. Muhammed kendisinden sonra bir yönetici belirlememiş, bunu Müslüman topluluğun tercihine bırakmıştır. Tarihte 4 halife olarak bilinen yöneticilerin iktidarı meşru kabul edilmiştir. Yöneticinin her ne şekil olursa olsun, nihai olarak halkın rızasıyla (seçim) iş başına gelmesi ve adaletle yönetmesi durumunda itaat tamdır.
Bununla birlikte Sünnilik düşüncesine otoriteye itaat konusundaki sınırlar zaman içinde büyük revizyona uğramıştır. Denebilir ki tarihsel şartların zorlaşması, Müslüman toplumların yüz yüze kaldığı güvenlik problemleri Sünni siyasi düşüncenin rasyonel yöne evrilmesinin önünü açmıştır.