Orta Çağ’dan Moderniteye Geçişte Hristiyanlık Siyasi Düşüncesi
Orta Çağ için sonun başlangıcı olan birçok sebepten söz etmek mümkündür. Ancak bunlar içinde en önemlilerinden biri, on altıncı yüzyılda başlayıp on sekizinci yüzyılın sonuna kadar birçok sonuç doğurmuş olan dindeki reformasyon hareketidir. Orta Çağ'da Katolik uygulamaların doğurduğu rahatsızlığa bir tepki olarak başlayan Rönesans’ın, bizzat dini bir tepkiye dönüşmemesi düşünülemezdi. Orta Çağ'ın sonlarına doğru dinde Reformasyon hareketinin en önemli iki temsilcisi Martin Luther ve John Calvin’dir.
Almanya’nın Saksonya bölgesi Eisleben şehrinde doğan Martin Luther, Erfurt Üniversitesi'nde eğitim gördü. 21 yaşındayken Saint Augustinus tarikatına bağlı bir manastıra girerek ilahiyat eğitimi aldı. Rahip olduktan sonra Wittenberg Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. Aynı üniversitede ders vermeye başlayan Luther, endüljansın yanlış olduğunu belirterek önce bir eleştiri yazısı yazdı. Daha sonra ise Wittenberg Kilisesi’nin kapısına 95 maddelik protesto tezini astı. Zaten gizli bir hoşnutsuzluk ve belirsiz farklı bir arayış içinde olan halk bu harekete belki de Martin Luther’in bile beklemediği büyük bir destek verdi.
Luther’in düşünceleri Reformasyon hareketini fiili olarak başlatmış ve çok sayıda insanın ölümüne sebep olan mezhep savaşlarına sebep olmuştur. Protestanlığın temel hareket noktası, Hristiyanlığın aslından uzaklaştırıldığı tezidir. Bu anlayışın bir sonucu olarak Katoliklik ve Ortodoksluğun yanında üçüncü bir Hristiyan mezhebi olan Protestanlık doğmuştur.
Protestanlık, adından da anlaşılacağı üzere bir protesto hareketinin sonucudur. Protestonun hedefi Orta Çağ'ın kiliseye bağlı din anlayışıdır. Çünkü Orta Çağ boyunca kilise tam bir otorite merkezi olarak kabul edilmiş, kiliseden bağımsız ve habersiz olarak hiçbir şey yapılamamıştır.
Luther’in kiliseyi ve papazı, ruhaniyetin yürüyebilmesi için kabul etmek zorunda kalması ile aynı sebepten dolayı hem dünyevi işleri yürütmek hem de ruhbaniyetin devamı için devletin gerekliliğini kabul ettiği söylenebilir. Çünkü din -devlet ayrımını kabul etmeyen Katolik mezhebinin aksine Protestanlığın bağlayıcı bir devlet teorisi olmamakla birlikte, Luther devleti ayrı bir alan olarak görme eğilimindedir. Katolik mezhebi ile Protestan mezhebi arasında siyasi açıdan en önemli fark, Katolik mezhebi kralı kiliseye bağlarken Protestanlık, kilisenin devlete yani krala tâbi olması gerektiğini öngörmektedir.
Luther’in iki otorite düşüncesi aslında bütün felsefesinin merkezinde yer almaktadır. Doktrinin merkezinde Tanrı’nın iki krallık yarattığı fikri vardır. Biri manevi dünyayı, diğeri ise seküler dünyayı yönetmektedir. Manevi krallık herhangi bir kılıç veya hukuka ihtiyaç olmaksızın Tanrı vahyi ve iman ile yönetilmektedir. Manevi krallığın vatandaşları bütün Hristiyanlardır ve bu yönetim her iki tarafın gönüllüğüne dayandığı için seküler kanun ve kraldan daha üstündür. Manevi otorite ruha hitap eden, insanları sonsuz yaşama yönlendiren görünmez bir otoritedir.
Martin Luther’e göre her Hristiyan seküler otoriteye itaat etmek zorundadır. Her vatandaş var olan seküler kanunlara uymalı, vergisini ödemeli ve diğer görevlerini yerine getirmelidir. Her Hristiyan herhangi bir çıkar gözetmeksizin, dünyevi iktidara sevgiyle hizmet etmelidir. Dünyevi hükümete itaatsizlik, Tanrı’ya itaatsizliktir. Hatta hükümetin uygulamaları haksız ve zalimce bile olabilir. Bu da itaatsizliğin nedeni olamaz.
Fransız din reformcusu, Protestanlık mezhebinin kurucu fikir babalarından, ilahiyatçı, filozof, devlet adamı ve hukukçu olan Calvin Noyon, Picardy, Fransa’da doğdu.
Calvin, siyasi düşünce konusunda Luther gibi Saint Thomas’tan ziyade Saint Augustinus’un fikirlerine daha yakın durmaktadır. Ona göre insanlar günahkâr varlıklar olarak kendi akıl ve iradeleriyle Tanrı bilgisine ve kurtuluşa eremezler. İman etmekten başka çareleri olmayan günahkârların devletin yardımına ihtiyaçları vardır. Ancak Calvin Tanrı’nın önceden kimin kurtulacağını kimin kurtulmayacağını belirlediğini de (predestination) söyleyerek bu konuda katı bir kadercilik (alın yazısı) öngörmüştür.
Calvin, iki tür krallıktan söz etmektedir. Bunlardan biri ruhların sonsuz yaşamıyla ilgili olan, vicdanın dindarca davranış ve Tanrı’nın hizmetiyle biçimlendiği ruhani krallık; diğeri de insanların maddi -bedensel yönetimi olan, beslenme, giyim -kuşam, komşularla ilişkiler vb. konularda kutsal yasaya, dürüstlüğe dayalı kanunlar çıkararak insanları yöneten dünyevi krallıktır.
Luther, kiliseyi devlete bağımlı kılarken; Calvin, kilisenin devlete karşı özerkliğinden yanadır. Kilise ile devletin görevlerinin ayrı olduğunu belirterek laiklik denebilecek ilkelerden söz eder. Ancak bütün bunlara rağmen bu iki yönetimin de aslında Tanrısal olana hizmet etme amacı taşıdığını belirterek devleti, Saint Augustinus gibi zorunlu bir kötülük olarak görmez. Ona göre devlet vatandaşların, kilisenin belirlediği şekilde dine uygun bir yaşam sürmelerinin garantisi ve onları bu konuda zorlayıcı olan bir kurumdur.
John Calvin’e göre, yöneticinin iktidarı halktan değil Tanrı’dan geldiği için, yöneticinin işine karışmamalı, emir verilmedikçe hiçbir işe müdahale edilmemelidir. Yöneticinin otoritesini kabul etmemek akıl işi değildir. Yönetici merhametsiz ve adaletsiz de olsa ona itaat edilmelidir.
Siyasal görüşlerinin çoğunu ortaya koyduğu eseri olan “Hristiyan Dininin Kurumları (1535) (The Institutes of the Christian Religion)" isimli kitabında kadercilik konusundaki düşüncelerinin siyasi uzantısı sayılabilecek, ‘Prenslerin ve yöneticilerin otoritesi Tanrı’dan gelmektedir.’, dolayısıyla ‘Kim yönetime karşı gelirse Tanrı’ya karşı gelmiş olur.’ gibi birçok düşüncesini, Kitab -ı Mukaddes’ten yaptığı alıntılarla desteklemektedir.
Calvin’in önemli yanlarından biri de kapitalizme giden yolu açmış olmasıdır. Calvin’in orta sınıfta yeni büyümeye başlamış olan tüccarların sermaye temin etmelerini ve biriken yeni sermayenin üretime aktarılması sonucu sermayedarların sermayelerinin büyümesinin ve yeni sermayedarların türemesinin önünü açtığı iddia edilmiştir.
Calvin ayrıca İncil’de var olan, özgür olmakla ilgili emirlerin yanlış yorumlandığını, özgürlük ve eşitliğin bu dünyada değil, öbür dünyada gerçekleşeceğini söylemekle bir eşitsizliği kabul etmiş görünmektedir. Sonuç olarak, Calvin’in söylemde neredeyse laik, eylemde ise teokratik bir devlet ve siyaset anlayışı ortaya koyduğunu söylemek mümkündür.