Orta Çağ/Hristiyanlık Siyasi Düşüncesi: İlk Dönem

Toplumların bir arada bulunma, birlikte yaşama zorunluluğunun sebeplerinden devlet -vatandaş arasındaki ilişkinin ne olacağına, hangi yönetim biçiminin daha uygun olduğundan erki kimin kullanacağına kadar birçok problemi ele alan siyaset, sınırları kesin hatlarla çizilebilecek bir alan değildir. Bilinen tarih içinde her coğrafya ve dönemde, farklı toplumların siyasi tercihleri de farklılık arz eder. Batı düşünce tarihinde bizzat kendi toplumlarının nasıl yönetilmesi gerektiğine dair doktrinler üretildiği gibi, daha idealist düzeyde bütün toplumları içerecek genişlikte evrensellik iddiasıyla yönetimin nasıl olması gerektiğine dair düşünceler de ileri sürülmüştür. Bu anlamdaki düşünceler Batı düşünce tarihinde İlk Çağ'dan itibaren oldukça çeşitlilik arz eder.

Batı Orta Çağ'ına gelindiğinde Hristiyanlığın kabulü öncesi ve sonrası farklı düşünceler bulunmaktadır. Pagan dönemin hemen sonrasında Batı’da Hristiyanlığın ve paganizmin etkisi birlikte görülmektedir. Devlet ve kilise arasındaki yetki ve erk kullanımının sınırlarının ne olacağı konusunda ortaya konan düşünceler bu dönemin siyaset felsefesini ifade etmektedir. Batı’nın Hristiyanlığı kabul ettiği dönemin hemen başında pagan kültürün etkisiyle ruhban sınıfın sahip olacağı yetki sınırlı iken, Hristiyanlığın hakim olmaya başlamasıyla denge kralın aleyhine bozulmuş ve kilise bütün yetkiyi uzun süre elinde tutmuştur. Ancak zaman Rönesans’a doğru ilerlerken durum önce, erken dönemlerdeki gibi dengelenmiş, daha sonra ise kilisenin aleyhine dönmüştür.

Saint Augustinus, Hristiyan bir anne ve paganist bir babanın oğlu olarak, dinsel çeşitliliğin hüküm sürdüğü Kuzey Afrika’da doğmuş, Kartaca, Roma ve Milano’da hitabet öğreticiliğinde bulunmuştur. Çalkantılı ve arayış içinde geçen bir gençlik döneminin ardından Çiçeron’un “Hortensius” isimli eserini okuyunca felsefeyle ilgilenmeye başlamış, yaklaşık on yıllık bir süre Maniheizme taraftar olmasına rağmen, burada aradığını bulamayınca Akademi şüpheciliğine yönelmiş, bundan da memnun olmayınca Yeni Platoncuların felsefi düşüncelerine merak sarmıştır. Hristiyanlığı kabul ettikten sonra da Yeni Platoncu görüşlere olan ilgisini hayatının sonuna kadar muhafaza etmiştir.

“Anlayabilmek için inanıyorum.” ilkesiyle, inancı düşünmenin önüne geçirmiş, dolayısıyla felsefeyi, Hristiyanlığın inanç ilkelerini açıklamak için bir araç olarak görmüş olan Augustinus, bu inanç merkezli anlayışını bütün görüşlerine yansıtmıştır. Siyasetle ilgili düşüncelerin de Tanrı merkezli olan filozofun tartıştığı konular, daha sonraki dönemlerde de güncelliğini korumuştur.

Saint Augustinus’un siyasetle ilgili düşünceleri 22 ciltten oluşan “Tanrı Devleti - Civitas Dei” isimli kitabında bulunmaktadır. Augustinus, Tanrı devleti ile dünya devleti arasında bir karşılaştırma yapmaktadır. Buna göre, Tanrı devletinde Tanrı aşkı, Tanrı'nın yüceltilmesi söz konusu iken; dünya devletinde nefis aşkı, nefsin yüceltilmesi buna karşılık Tanrı'nın küçümsenmesi söz konusudur. Tanrı devletinde yöneticiler ödül olarak cenneti amaçlarken dünya devletinde şan, şeref dikkate alınmaktadır. Tanrı devleti aslında Tanrı sevgisi ile birleşmiş bir topluluktur, bir devlet değildir. Bütün Hristiyanların sevgi birlikteliğidir. Hristiyanlar ölüm sonrası cennete girinceye kadar bu birlikteliği, bu mükemmel olmayan devlet durumunu sürdürmelidir.

Eğitimci, yazar, filozof, diplomat ve Chartres piskoposu olan John of Salisbury 1120 yılında isminden de anlaşılacağı gibi İngiltere’nin Salisbury şehrinde doğmuştur. Salisbury John, kilisenin siyasete hem teoride hem de pratikte hakim olduğu bir dönemde, kilisenin bu tutumunun en kesin sunumunu yapmıştır. Salisbury John'un politik görüşlerini de içeren en önemli eseri “Devlet Adamının Kitabı”dır. John of Salisbury, tartışmaları kesin olarak sonuçlandırmıştır. Ona göre kilise kesin olarak siyasetin üstündedir. John hiç tartışmadan her “iki kılıç”ın da ruhban sınıfına ait olduğunu belirtmiştir.

Hükümdar, yetkisini kiliseden alır ve hükümdar aslında ruhban sınıfının eline yakışmayanı, daha basit olan yönetim işini yapar. Ruhani otoritenin olduğu gibi seküler otoritenin asıl ve gerçek sahibi olan kilise, Tanrı’nın kanunu yolundan ayrıldığı zaman hükümdarı görevden alma hakkına sahiptir.

Thomas of Aquinas, Napoli kenti yakınlarındaki Rocca -Secca şatosunda Aquina kontunun oğlu olarak İtalya’da doğmuştur. Beş yaşında iken ailesi tarafından Napoli kentindeki Monte Cassino manastırına gönderilerek, dokuz yıl süreyle ilk dini eğitimini almıştır. Paris Üniversitesi’nde başladığı eğitimini Napoli Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Bu üniversitede felsefeyle tanışan Thomas, bir yandan Aristoteles’in eserlerini öğrenirken bir yandan da bu eserler üzerine yazılmış olan şerhleri okumuştur.

Thomas, Aristoteles’in öğretisini, ahlak anlayışında olduğu gibi siyasetinde de temel olarak kullanmıştır. Aristoteles’in siyaset öğretisinden yola çıkarak, kendi siyaset anlayışını, bulunduğu çağın gereklerine göre biçimlendirmiştir. O, devletin kaynağını günah ve kötülükte gören anlayışı kabul etmemiş, devletin zorunlu bir kurum olduğunu ve bunun günah ve kötülükten önceki masum durumda da gerekli olduğunu kabul etmiştir. Ona göre erdemli yaşamak Tanrının mülküne ulaşmaktır. Eğer insan ve toplum bu yüce hedefe insan gücüyle varabilecekse kral onları doğru yöne sevk edebilir. Ancak yukarıda belirtildiği gibi, insan en yüksek iyiliğe kendi başına ulaşamayacağı gibi, devletle bile ulaşamaz. İnsanın en yüksek iyiliğe ulaşması, ancak Tanrının inayetiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla insanın kurtuluşa ermesi için Tanrı krallığının temsilcileri olan ruhbanların iktidarına ihtiyaç vardır. Bu iktidarı sağlayacak olan da Kilise’dir.

Skolastik felsefenin son dönem en büyük ve en tipik filozofu olan William, İngiltere’de Ockham’da doğduğu için bu isimle tanınmıştır. Fransisken tarikatına mensup olan William, Oxford Üniversitesi’ni bitirmiştir. 1324 yılında bu üniversitede teoloji doktoru unvanını kazandıktan sonra bir süre burada hocalık da yapmış ve kısa süre içinde ünlü bir teolog olmuştur. Öğretisini, sapkınlık olarak kabul eden kilise tarafından mahkum edilmiş, o da Almanya’ya sığınmış ve burada ölmüştür.

Nominalizmin kurucusu olan William, ilerleyen dönemlerde ontoloji ve epistemoloji konusunda kilisenin öğretisini oldukça zayıflatacak olan kapıyı aralamıştır. William’ın siyaset düşüncesi de iktidarı seküler, suni ve mutlak olmayan bir yapı olarak görmesi nedeniyle büyük ölçüde sekülerdir.

William of Ockham’a göre devlet, Tanrı'nın bir buyruğu veya tecessümü (somutlaşması) değil, insanların kendi ihtiyaçları için oluşturdukları bir kurumdur. İnsanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek en uygun yönetim biçimi ise monarşidir. Monark kendi kişisel menfaatlerini değil, toplumun ortak çıkarlarını ve iyiliğini gözetmeli, devleti oluşturan vatandaşların hak ve özgürlüklerini korumalıdır. Hükümdar vatandaşların her durumda kendisine itaat etmek zorunda olmadığının bilincinde olmalıdır. Böylelikle William’a göre siyasal iktidar mutlak bir yapı değildir. Ona göre kral gücünü halktan almakta ve halkın iyiliğini ve menfaatini gözeterek yönettiği, özgürlüklere saygı gösterdiği sürece otoritesi sınırlandırılmaksızın iktidar sahibidir ve halkın krala itaat etmesi gerekmektedir. Ama tersini yaparsa halkın isyan ederek kralın iktidarına son verme hakkı bulunmaktadır. Bu anlayış William’ın sınırlı dünyevi iktidar anlayışıdır.

Ockhamlı Willam’ın sınırlı siyasi iktidar anlayışının yanı sıra sınırlı dinsel otorite anlayışı da önem arz eder. Ona göre papanın otoritesi dünyevi alanı kapsamamaktadır ve sadece dini/ruhani alanla sınırlıdır.