İslam Akılcılığı

Sözlükte, "ona sahip olanların doğru yoldan sapmalarına engel olan güç" anlamına gelen akıl, terim olarak "doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayırt etmesini sağlayan güç" demektir. Onun soyut bir cevher ya da güç olduğu hemen tüm İslam ulemâsı tarafından kabul edilmiştir. Kur’an’da kırk dokuz yerde ve fiil hâlinde geçmektedir. Hz. Peygamber de akıl konusunda onun işlevsel kılınmasından övgüyle bahsetmiştir.

Elea mektebi ile birlikte başlatılan "akılcılık" ise, hakikatin bilgisine nasıl ulaşılacağı ile ilgili tartışmalardan doğmuştur. Buna göre, algı, idrak ve bilgi edinme süreçlerinde duyu ve sezgilerimiz değil, aklımız daha etkin ve belirleyicidir. Yani hakikatin bilgisine akılla ulaşılabilir. Akılcılığın gerçek kurucusu olaraksa Descartes görülmektedir ki onunla birlikte bu kavram "her türlü dogmadan, hurafe ve akıl dışılıktan uzak olma" anlamını kazanmıştır.

Akılcılığın düşünce tarihi boyunca aldığı farklı şekilleri epistemolojik, metafiziksel, bilimsel, ahlaki, teolojik, siyasi, iktisadi vb. akılcılıklar şeklinde sıralamak mümkündür. İslam düşünürleri arasında da epistemolojik, metafiziksel, ahlaki ve teolojik akılcılığın savunucuları bulunduğu söylenebilir.

Epistemolojik akılcılık, bilgi ve bilimin aklın ilkeleri tarafından üretildiğini öne sürerken, metafizik akılcılık, akıl ve doğa arasında Tanrı tarafından kurulan bir uyum olduğunu savunur. Ahlaki akılcılık iyi ve kötünün akıl tarafından bilinebileceğini iddia ederken teolojik akılcılık da inanç konularının ve vahyin aklın süzgecinden geçirildikten sonra kabul edilmesi gerektiğini söyler.

İslam düşünce tarihinde aklın etkin olarak kullanılmasını savunan ilk düşünce akımı muteziledir. Nitekim onlar dinî inanç ve akidelerini açıklamak ve kanıtlamak için aklî delillere başvurmuşlardır.

Mutezileden sonra İslam düşüncesinde akılcılık Meşşâî İslam filozofları tarafından temsil edilmiştir. İlk İslam filozofu olan Kindî aklın varlıkların hakikatini idrak eden basit bir cevher olduğunu söyler. Ona göre aklın en temel görevi tümel hakikatleri kavramaktır. Aklın en üstün idraki ise Allah’ın varlığı, sıfatları ve fiillerinine ilişkin idrakidir.

Fârâbî de insan aklının her alanda eğitilmesi ve etkin biçimde kullanılması gerektiğini vurgulamıştır. İyi ile kötünün akıl tarafından bilinebileceğini savunur. Heyûlânî, bilfiil ve müstefâd akıl olmak üzere aklın üç aşamasından bahseden filozof, aklın yetkinliğinin akl-ı faal sayesinde mümkün olacağını belirtir. Ona göre akıl ve din arasında ya da akıl ve vahiy arasında bir çatışma söz konusu olamaz. Çünkü her ikisinin de kaynağı birdir.

Fârâbî, Allah’ın varlığı ve sıfatları, âlem, Allah âlem ilişkisi, ahlak, siyaset ve nübüvvet gibi konularda da akılcı bir yaklaşım sergilemiştir. Onun vahyi de akılla ilişkilendirmiş olması bazı eleştiri ve tartışmaların doğmasına yol açmıştır.

İbn Sînâ aklın nefsin teorik ve pratik güçlerinden meydana geldiğini söyler. Ona göre akıl, nefsin ve insanın en belirgin, en önemli yetisidir; teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayrılır; faal akıldan başka bilkuvve, bilmeleke, bilfiil ve müstefâd olmak üzere toplam dört düzeyi bulunmaktadır. Bilgi soyutlamaya dayanır ama sezgi yoluyla da elde edilebilir.

İbn Sînâ, diğer Meşşâî İslam filozoflarıyla kıyaslandığında ne salt akılcı, ne de salt sezgicidir. Düşünce sistemi içerisinde tecrübeye de yer verse de onun tecrübeciliği akla dayandığından akılcılığı ilerdedir. Fakat onun hem akılcı hem de sezgici olduğu söylenebilir.

İbn Rüşd'e göre din ve felsefe arasında tam bir uyum vardır. Eğer din ve felsefe arasında bir uyuşmazlık varsa bu durum felsefenin doğru bilinmemesinden ve nassların doğru anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda yapılacak şey nassların tevil edilmesidir. Tevil, öncüllerin sonuçlara, sonuçların da öncüllere bağlanması ve kullanılan delillerin hatabî ve cedelî düzeyden burhânî düzeye çıkarılmasıdır.

Orta Çağ'da Hristiyanlığın doğasından kaynaklanan akıl-nakil çatışması varolagelmiştir. Çünkü Hırstiyanlık dogmaları esas almakta ve bu sebeple çoğu kez aklın verilerini reddetmekteydi. 17. yy sonrası ortaya çıkan akılcılık, buna tepki olarak gelişmiştir. Bu akılcılık ise neredeyse dini, tamamen düşünce sisteminin dışında bırakmaktadır. Oysa Kur’an merkezli İslam düşünce tarihinde akıl-nakil çatışmasına pek rastlanmaz. Çünkü Kur’an'ın bizzat kendisi aklı desteklemektedir ve insanı akli düşünmeye davet etmektedir. Aynı zamanda İslam dogmatik bir din olmadığı içinde aklın verileri ile din arasında çatışma değil uyum söz konusudur. İslam düşüncesinde ise akıl ve nakil hakikatin farklı ifade şekilleridir.

Fârâbî de insan aklının her alanda eğitilmesi ve etkin biçimde kullanılması gerektiğini vurgulamıştır. İyi ile kötünün akıl tarafından bilinebileceğini savunur. Heyûlânî, bilfiil ve müstefâd akıl olmak üzere aklın üç aşamasından bahseden filozof, aklın yetkinliğinin akl-ı faal sayesinde mümkün olacağını belirtir. Ona göre akıl ve din arasında ya da akıl ve vahiy arasında bir çatışma söz konusu olamaz. Çünkü her ikisinin de kaynağı birdir.