Toplum Sözleşmelerinde İnsan

Toplum sözleşmesi ifadesi, en genel anlamıyla toplumsal yapı içerisinde bir arada yaşayan bireylerin yükümlülüklerini ve sahip oldukları hakların kökenlerini izah etmeye çalışan bir teori olarak tanımlanabilir. Felsefe tarihi içerisinde bir takım filozoflar tarafından ortaya konulan sözleşme teorilerinde, “doğa durumu” şeklinde dile getirilen bir süreç tasvir edilir. Söz konusu doğa durumunda, insan doğasının öz niteliklerine ilişkin bir takım tanımlamalar ve değerlendirmeler yapılır. Ayrıca insanların, doğa durumundan, bir egemen gücün hâkim olduğu sivil -siyasal topluma doğru nasıl ilerledikleri açıklanmaya çalışılır. Dolayısıyla toplum sözleşmesi teorilerinin temel amacı, devlet diye tanımlanan kurumsal yapılanmasının nasıl ortaya çıktığı ve dahası insanların kurumsal otorite anlamında devlete niçin ihtiyaç duyduklarının açıklanmasıdır. Felsefe tarihi içerisinde toplum sözleşmesi teorisini kullanan filozoflardan en önemlileri, Hugo Grotius, Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’dur. Lakin bu dönemlerde olgun bir sözleşme anlayışı ortaya koymuş olmasına rağmen, diğerleri kadar zikredilmeyen bir başka düşünür ise, düşünce tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Immanuel Kant’dır.

Bu filozoflardan Grotius’un düşünceleri içerisinde doğa durumu fikri bulunmasına rağmen bu durumun yapısı ve temeline ilişkin bir açıklama yoktur. İnsanlar, sivil topluma geçmeden önce doğal durumda yaşamaktaydılar. Bu durumda otorite anlamında herhangi bir kurum ya da kişi olmadığı için sonuçta kargaşa ortamı doğmuştur. Bunun üzerine insanlar, barış içerisinde bir arada yaşamak için sosyal bir sözleşme düzenlemişlerdir. Daha sonra ise siyasal sözleşme adı verilen bir başka sözleşme ile yönetici gücü belirleme yoluna gitmişlerdir.

Bu düşünceyi savunan bir diğer önemli sima, Grotius’un ardından özellikle modern siyaset felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Hobbes’tur. Hobbes’a göre, doğa, insanları bedensel ve zihinsel anlamda eşit yaratmıştır. İnsanlardan bazıları belirli yetenekleri açısından diğerlerinden üstün gözükse de sahip olunan tüm özellikler dikkate alındığında, her insanın bir diğerine eşit olduğu görülecektir. Ancak bu eşitlikten güvensizlik doğar. Bütün bunlar, insan doğasında, birincisi rekabet, ikincisi güvensizlik ve üçüncüsü de şan ve şeref olan üç temel kavga nedeni olduğunu göstermektedir. Bunlardan ilki, insanların kazanç, ikincisi, güvenlik, üçüncüsü ise, şan ve şöhret için mücadele etmesine neden olur. Devletin olmadığı doğa durumunda herkes herkese karşı savaş halindedir. Bundan çıkan sonuç, insanların, kendileri için bağlayıcı olan üst bir otorite olmadığında, savaş ortamının doğmasına neden olduklarıdır. İnsanları, yabancılardan ve birbirlerinden gelebilecek saldırı ve zararlardan koruyacak ve emekleri aracılığıyla mutlu bir şekilde yaşayabilmelerini sağlayacak üst bir otoriteye ihtiyaç vardır ve bu da devlettir. Bu üst otoriteyi kurmanın yolu ise, insanların sahip oldukları tüm hakları, tek bir kişiye ya da bir heyete devretmeleridir. İşte bu, insanlar arasında yapılacak olan toplum sözleşmesiyle mümkündür.

Locke’a göre ise, insanlar, devlet mekanizmasının kurulmasından önce, doğa durumu olarak tasvir edilen bir ortamda yaşamaktaydılar. Doğa durumu, bir savaş durumu değilse bile, savaş durumuna dönüşme tehlikesi taşır. Dolayısıyla söz konusu tehlikeden kaçınmak adına insanlar, bir araya gelerek akla uygun bir biçimde toplum halinde yaşamayı tercih etmişlerdir. Bu tercihin sonucu ise, sosyal sözleşme ve devlettir.

Rousseau’nun tasarladığı doğa durumu ise, Locke’unki kadar iyimser, Hobbes’unki kadar da kötümser değildir. Ancak bundan daha da önemlisi, Rousseau’nun doğa durumunu varsayımsal bir tarzda ele almasıdır. Zira ona göre, doğa durumunun gerçekten yaşandığına dair şüphe duymak birçok filozofun aklına gelmemiştir. Dolayısıyla doğa durumunun, tarihsel bir gerçeklik değil, varsayımsal ve şarta bağlı muhakeme ve yargılar olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünür. Sonuç olarak doğa durumu, devletin niçin gerekli olduğu ve nasıl bir devlet modelinin ideal olduğu sorularını cevaplamak adına ortaya konulan varsayımsal yargılardan başka bir şey değildir.

Kant’a göre ise, toplum sözleşmesinin, tarihsel bir gerçekliği söz konusu değildir, bu sadece, varsayımsal bir durumdur. Kant, Rousseau’dan farklı olarak sosyal sözleşme anlayışını “aklın idesi” olarak kabul etmektedir. Zira Kant açısından, sosyal sözleşme, pratik aklın bir idesidir. Aynı zamanda Kant, sosyal sözleşmenin, sivil bir anayasanın gerekliliğine işaret ettiğini düşünmektedir ki, Kant’a göre sivil bir anayasanın varlığı, insanlık için önemli bir aşamayı ifade etmektedir. Kant’a göre, insan, bir yandan sahip olduğu haklarını korumak, bir yandan da bütünüyle adaletten vazgeçmemek adına sivil toplum yapısını oluşturmalıdır.