Postyapısalcılık ve Bilgi Sosyolojisi

Postyapısalcılık kendi içerisinde tek sesliliğe sahip bütüncül teorik gövde olmamasına rağmen ,özellikle yapısalcılığın sosyal teoride açtığı gediği takip etmiş ve yapısalcılık ile birlikte soyal teoride baş gösteren açmazları aşmanın peşinde olmuştur. Teorik düzlemde son kertede yapısalcılığın sayıltılarını aştıklarını söylemekte herhangi bir sakınca yoktur.

Postyapısalcı epistemolojinin teoriye en büyük katkısı bilginin ve anlamın ön gerekliliği olarak sunduğumuz “özne” düşüncesini nnasıl kaygan bir zeminde varolduğunu ispatlamasıdır. Özne -nesne ikiliğinin verili olmadığını öne süren postyapısalcı teorisyenler öznenin nesneden ayrışık görüldüğü bilim disiplinlerini sorunsallaştırarak kuşkulu kılmış lardır. Bu keşfin sosyoloji gibi bilimsel öznesinin nesneden asala ayrışık olamadığı bir disiplin için kazanımları üst düzeyde geçerlidir.

Fransız düşünür ve sosyal bilimci Michel Foucault tüm teorik serüveni boyunca bilgi -iktidar ilişkisi ve bu ilişkinin belirlenim noktasında varsaydığı özne problemine eğilmiştir. Özellikle arkeoloji ve soykütük gibi saf ve bütüncül bir metodoloji olarak tanımlamadığı yöntemlerle ,çapraşık bir mantıkla sosyal bilim pratiğini yürütmüştür. Temelcilik gibi perspektiflere karşı olan Foucault kendini “kör bir ampirist” olarak tanımlamış ve bilgi ile iktidar arasındaki öznesiz süreçte işleyen gizli işbirliğini ortaya çıkararak Platon’dan bu yana şüphe duyulmayan ve modern bilimin temel motivasyonu olarak işleyen bilgi ve iktidarın birbirine taban tabana zıt iki olgu olduğuna yönelik inancı yıkmıştır. Foucault’ya göre kültürel bilinçdışı olarak tanımlayabileceğimiz episteme ,yani daha sonraki kavramsallaştırmasıyla iktidar, teori ve pratiğin tüm alanını kapsayan bir çeperi ifade etmekteydi. Bir başka epistemeye geçişle keyfi görenmeye mahkum olan söylemler mutlak hakikat idd iaları ve içine doğdukları iktidar ilişkileri vasıtasıyla hakikat üretimi sürecini devreye sokuyor ve düzenli olarak iktidar etkileri yaratıyordu.

Fransız düşünür Jacques Derrida literatüre söz -merkezcilik olarak geçecek olan Batı düşüncesinin kökenlerinde bir mihenk taşı işlevi gören ve “mevcudiyet metafiziği” düşüncesini devreye sokan söz -yazı arasında öngörülen ,ancak tüm diğer ikilikl eri kuran düalist mantı ğa savaş açmıştır. Özellikle özne ve anlam sorunlarına eğilen Derrida dilin göndergeselliğinden yola çıkarak anlamın sabit bir zemini bulunmadığını ,mümkün olduğunca kaygan bir zemine sahip olduğunu ortaya çıkarır. Adaleti tesis etme amacıyla geliştirdiğini öne sürdüğü yapısöküm yöntemi toplumsal ötekinin etiğine bağlı bir devrimci pratiği imlemekteydi.

Gilles Deleuze postyapısalcı gelenekteki belki de en sıradışı düşünürdür. Deleuze de tüm diğer postyapısalcı düşünürler gibi Batı metafiziğinin kökenlerindeki hatalı kuruluşu çıplaklaştırmanın peşinde olmuştur. Diyalektik düşünce biçimine ve Kartezyen özne anlayışına aç tığı teorik savaşta “oluş”a dayalı yeni bir ontoloji sunmuştur. Özellikle Guattari ile birlikte kaleme aldığı eserlerinde postyapısalcılık olarak adlandırdığımız anlayışın ileri götürülmesini sağlamıştır. Bilgiy i,nesneden elde edilen veriler gözüyle değil , kavram yaratımı meselesi olarak ele almıştır. Felsefe ,bilim ve sanat alanlarının yaratım süreci olan bilgide ayrıcalıklı alanlar olduğunu ifade etmiştir.