Aydınlanma ve Devlet

Aydınlanma’da devletin neredeyse bütün tartışmalarda merkezî bir konumda olmasının başlıca üç nedeni bulunmaktadır: İlk etmen olarak Aydınlanma’yı önceleyen ve yaygın bir kanaate göre Aydınlanma’nın tohumlarını içinde barındıran Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisinden söz etmek gerekir. İkinci olarak ise, Aydınlanma’da sözü edilen devlet olgusunu anlayabilmek için olmazsa olmaz bir kavram olan egemenlik kavramının ortaya çıkışına bakmamız gerekmektedir. Bu kavrama uğramadan Aydınlanma düşünürlerinin devletten bahsederken zihinlerinde nasıl bir şey canlandırdıklarını anlamak mümkün değildir. Üçüncü olarak da Aydınlanma’nın sosyo -politik değişim konusundaki tavrını betimlemek için kullandığımız siyasal belirlenimcilik anlayışından bahsedilmelidir.

Rönesans’ın etkisi, Rönesans sözcüğünün kelime anlamında gizlidir. Bilindiği üzere “yeniden doğuş” anlamına gelen bu sözcüğün anlattığı yeniden doğuş hikâyesi insanın, insana duyulan güvenin, toplumsal ve siyasal yaşama dair düşünme eyleminin insanın iyiliği ve mutluluğunu merkeze alması gerektiği fikrinin yeniden doğuşudur. Bu nedenle, takip eden iki yüzyılda da bahsedilen bu öncelikler bağlamında devletin rolünün ne olduğu ve devletin hangi ilkeler doğrultusunda ve hangi değerler temelinde yapılanması gerektiği kaçınılmaz olarak bir kez daha entelektüel tartışmaların en önemli gündem maddeleri arasına girmiştir.

Reform'un en önemli etkisi literatürde sekülarizm ve laiklik olarak iki farklı kavramla ifade edilen ilkenin doğuşudur. Bu kavram, özünde ve en basit anlatımıyla devlet işlerinin dinden bağımsız olması anlamını taşır. Devletin alanı, işlevi, yapısı, ilkeleri ve politikaları konuşulurken dinden referanslar aramamak, bunları dine dayandırmamak, başka bir ifadeyle, dinden icazet almamak anlamlarını taşır. Fransız Aydınlanması buna din alanının devletin kontrolü ve denetimi altında olması gerektiği düşüncesini de eklemiştir.

Luther’in devlet kavramının düşünülmesiyle ilgili olarak yaptığı ve devleti yönetme hakkının tek sahibi kılan teorik manevranın üstüne mutlak, bölünmez ve sürekli egemenlik anlayışını eklediğimizde Aydınlanma’daki devlet anlayışına varmak için tek adım kalmıştır. Bu da devleti Tanrı tarafından yaratılmış ve insanlığa, bu dünyaya gönderilmiş bir varlık olarak görmekten onu insan eliyle yaratılmış bir varlık olarak görmeye geçiştir. Bu geçiş ise toplumsal sözleşme teorisinin ortaya çıkışına, yani Thomas Hobbes’un devlet teorisine tekabül etmektedir.

Siyasal belirlenimcilik ise ekonomik, kültürel, toplumsal ve bireysel yaşamların toplumun siyasal yapısına göre şekillendiğini öne süren yaklaşımdır. Bu yaklaşım Aydınlanma’da çok bariz biçimde neredeyse tüm düşünürlerde gözlemlenmektedir. Bu bakış açısının en güzel özetini Aydınlanma’nın simge isimlerinden Rousseau İtiraflar kitabında şu şekilde vermektedir: “Görmüştüm ki her şey temelinde siyasete dayanıyordu ve nasıl davranılırsa davranılsın, her halk yönetiminin niteliği onu ne yapıyorsa ancak o olabilirdi. Böylece, mümkün olan en iyi yönetime ilişkin o büyük sorun bana şu soruya dönüşmüş gibi geliyordu: En erdemli, en bilgili, en akıllı, kısacası bu kelimeyi en geniş anlamında ele alma koşuluyla, en iyi halkı meydana getirmeye özgü yönetimin niteliği nedir?”

İşte esas soru Aydınlanma’da bu şekilde formüle edilmiş oluyordu. Yönetim erdemli ise halk da erdemli olacaktı, yönetim bilgili ise halk da bilgili olacaktı, yönetim akıllı ise halk da akıllı olacaktı. Yani yönetim “iyi” ise halk da “iyi” olacaktı. O zaman erdemli, bilgili, akıllı, iyi bir devlet kurmak gerekiyordu. Peki bu nasıl olacaktı?

Böyle bir devletin nasıl bir kurulabileceğine dair tartışma, devleti, üzerinde başka bir otorite bulunmayan en üstün otorite kaynağı olarak düşünmeye başlamadan anlamlı olabilecek bir tartışma değildir.

Bu sorunun Aydınlanma’da ele alınışının genel görünümüne baktığımızda aslında ortak olarak hepsinde bu “iyi” devletin en önemli özelliği olarak aynı hususun vurgulandığını görürüz: keyfîlikten uzak olmak.

Bu devletin kurumsal yapısı nasıl olmalıdır? Bu devletin yasaları kimler tarafından yapılmalıdır? Nasıl yapılmalıdır? Yasaların meşruiyeti nasıl sağlanmalıdır? Bu sorular, Aydınlanma’nın üç önemli düşünürü olan John Locke, Baron de Montesquieu ve Jean Jacques Rousseau’nun da çokça uğraştığı sorular olmuştur. Yanıtları ise gayr -ı şahsi yönetimi sağlamak için (her birinin yasadan ne anladığı farklı olmakla beraber) yasaların yönetimi olmuştur.